İstanbul hangi dilde ?

Ceren

New member
[color=]İstanbul Hangi Dilde Konuşur?[/color]

Bir akşamüstüydü. Boğaz’dan yükselen rüzgâr, vapurun açık güvertesinde oturanları sessiz bir diyaloğa davet eder gibiydi. “İstanbul hangi dilde konuşur sizce?” diye sordu karşımdaki kadın, elindeki çayı dalgın bir şekilde karıştırarak. O an fark ettim: Bu şehir sadece Türkçeyle değil, sokak aralarındaki yankılarla, mezarlıklardaki taş yazılarıyla, pazar yerlerindeki pazarlık sesleriyle de konuşuyordu. Her biri başka bir çağdan, başka bir insanın hikâyesinden bir cümle taşıyordu.

[color=]Bir Şehrin Dili, Bir Kadının Sesi[/color]

Leyla, tarih öğretmeniydi. Derslerinde öğrencilere sadece kronolojiyi değil, şehirlerin ruhunu anlatmayı severdi. “Bir şehir, içinde yaşayanların duygularının toplamıdır,” derdi. O gün vapurda karşılaştığımızda da yine aynı cümleyi tekrarladı. Ama bu kez ekledi: “İstanbul’un dili, yalnızca kelimelerde değil; bakışlarda, taşlarda, hatta sessizlikte gizlidir.”

Onun yanında oturan Deniz ise şehir plancısıydı. Gözleri sürekli kıyıya, binalara, yıkılıp yeniden yapılan mahallelere kayıyordu. “Benim için İstanbul’un dili stratejiktir,” dedi. “Bir yapboz gibidir; her parça bir planın sonucudur. Boğaz köprüleri, metro hatları, tarihi koruma kararları… Hepsi bir aklın diliyle konuşur.”

İkisi de haklıydı. Çünkü İstanbul hem duygunun hem mantığın kentiydi. Tarihin kalbiyle geleceğin planı arasına sıkışmış bir insan gibi, bir yanı hislerle, bir yanı hesaplarla doluydu.

[color=]Tarihin Yankısı: Çok Dilli Bir Hafıza[/color]

İstanbul’un dilini anlamak, onu kimlerin inşa ettiğini hatırlamaktan geçer. Bizans’ın Grekçesi, Osmanlı’nın Osmanlıcası, Cumhuriyet’in Türkçesi… Hepsi aynı toprakta birbirine karışmıştı. Leyla bir keresinde Galata’da eski bir kitabe göstermişti bana: Yunanca bir dua, altında Arap harfleriyle yazılmış bir Osmanlı notu vardı. “Bak,” demişti, “şehir kendi geçmişini tercüme ediyor burada.”

Deniz o yazıyı inceledikten sonra şöyle demişti: “Bir dil, planla yaşar. İstanbul’un çok dilli geçmişi bile bir stratejiyle devam etti. Çünkü insanlar bu şehirde yaşamak için birbirini anlamak zorundaydı.”

Leyla gülümsedi: “Ve anlamak, çoğu zaman konuşmaktan daha derin bir eylemdir.”

İşte o anda anladım; İstanbul’un dili ne yalnızca tarihsel ne de duygusaldı. O, yaşamak için birbirini dinlemeyi öğrenmiş bir uygarlığın dilini konuşuyordu.

[color=]Erkeklerin Haritası, Kadınların Hikâyesi[/color]

Bu hikâyede Deniz ve Leyla’nın bakış açıları şehrin iki farklı damarını temsil ediyordu. Deniz, çözüm odaklıydı. Trafik sıkışıklığını konuşurken bile, “Bu köprü yük dağılımını optimize etmiyor,” diye başlardı cümleye. Onun zihninde şehir, devasa bir mekanizma, çözülmesi gereken bir denklem gibiydi.

Leyla ise aynı soruya bambaşka bir yerden yaklaşırdı: “O köprüden geçerken insanların ne hissettiğini merak ediyor musun? Belki biri memleketine gidiyor, biri geri dönmek istemiyor...” derdi. Şehir onun için insanların hikâyelerinin birleştiği bir duygusal haritaydı.

Bir akşam, Karaköy’deki bir kafede hararetli bir tartışmaya girdiler. Deniz, “Şehrin dilini korumak için plan gerekir!” derken; Leyla, “Ama planın ruhu yoksa şehir sessizleşir,” diye yanıt verdi. O anda aralarında bir denge oluştu. Çünkü İstanbul’un dili hem mühendisliğe hem de empatiye ihtiyaç duyuyordu.

[color=]Toplumun Aynası: Dillerin Dansı[/color]

İstanbul’da yürürken fark edersiniz; bir sokakta Arapça levhalar, diğerinde Rusça tabelalar, bazen Kürtçe bir şarkı, bazen İngilizce bir afiş… Bu çeşitlilik bazılarına karmaşa gibi gelir, ama aslında bir senfonidir. Çünkü bu şehir hiçbir zaman tek dilli olmadı.

Leyla bir derste öğrencilerine şöyle demişti:

“İstanbul’un dili değişmez bir varlık değil, yaşayan bir organizmadır. Bugün Suriyelilerin Arapçası, yarın Afrikalı göçmenlerin İngilizcesi, ertesi gün yine Türkçenin bir lehçesi bu şehri biçimlendirecek. Önemli olan bu dillerin çatışmaması değil, birbirini beslemesi.”

Deniz, bu fikre katılmıyor gibi görünse de sonunda başını salladı: “Evet, ama bu çeşitliliği korumak için akıllı bir sistem gerek. Yoksa sesler birbirini bastırır.”

[color=]Bir Şehrin Kalbi: Sessizlikteki Dil[/color]

Gece olduğunda İstanbul konuşmayı bırakır gibi olur. Ama aslında o sessizlikte bile bir dil vardır. Tramvay raylarının metalik yankısı, cami avlusundaki dua fısıltısı, uzaktan gelen siren sesi… Hepsi bir cümlenin parçalarıdır. Ve belki de bu şehirde en çok konuşulan dil, o sessiz anlaşmadır.

Bir gün Leyla ile Balat sokaklarında yürürken yaşlı bir Rum kadına rastlamıştık. Kadın bize Yunanca bir şeyler söyledi, anlamadık. Gülümsedi ve eliyle “sevgi” anlamına gelen bir işaret yaptı. O an Deniz bile sustu. Çünkü bazen en evrensel dil, kelimesiz olandır.

[color=]Son Söz Yerine: Senin Duyduğun İstanbul Hangisi?[/color]

Bugün hâlâ kendime sorarım: “İstanbul hangi dilde konuşur?”

Belki Leyla’nın dediği gibi, bir duygunun diliyle.

Belki Deniz’in inandığı gibi, bir aklın diliyle.

Ama en doğrusu, ikisinin birleşiminde saklıdır: Şehir, hisseden akılların, düşünen kalplerin dilini konuşur.

Bu yüzden şimdi soruyorum sana, sevgili forum okuyucusu:

Sen İstanbul’u dinlediğinde ne duyuyorsun?

Bir vapur düdüğünün yankısında mı, yoksa sabahın ilk ezanında mı buluyorsun onun sesini?

Belki de senin duyduğun dil, bu şehrin sana özel bir tercümesidir.

Ve kim bilir, belki de İstanbul’un asıl dili, onu dinleyen her birimizin kalbinde farklı bir cümleyle yankılanıyordur.